İNSANIN KENDİSİNE VE TOPLUMUNA YABANCILAŞMASI

Yabancı Özet - Albert CamusBen ve biz nasıl buluşur? 

 

 

https://mail.google.com/mail/u/0/images/cleardot.gif

Bu hafta sizler için hazırladığımız eserimiz:

YABANCI Yazar: Albert Camus

Sayfa sayısı:112

Kitabın türü: Dünya Klasikleri, Edebiyat, Roman

Orijinal adı: L' Etranger

Kendine ve topluma yabancılaşma intihar mıdır? 

Ne zaman   bu yabancılaşma  fark edilir? 

O zaman yakınlık nasıl  yakalanır hiç düşündünüz mü?

Nelere yakınız, nelere yabancıyız?

 

Eserimizin ana hikâyesi;

Kahramanımızın annesinin ölmesiyle başlıyor.

Meursalt Annesinin cenazesine gider. Seksen kilometre ötedeki bir şehirde hangi tarihte bile öldüğünü bilmediği cenazede herkesi şaşkınlığa uğratır. 

Hiç annesinin yüzünü  görmek istemez. Annesini sevdiğini fakat her insanın sevdiklerinin ölmesini bir şekilde istediğini söylemiştir. Annesinin ölümünden bir gün sonra Marie adında bir sevgili bulur, onunla bol bol keyifli zaman geçirir. Marie çok neşeli ve konuşkan bir kadındır. Marie ona karşı gayet sadık ve anlayışlıdır. Sık sık arkadaşları  ve Marie ile denize inerler.

 

Bir gün sahilde gezerken komşusunun belalısı Araplar ile karşılaşmıştır. Daha önceden kavga etmişlerdir ve olayın kapandığını sanmaktadır. Hava sıcak olduğu için gölge bir yer ararken Arap’a doğru yönelmiştir. Bu sırada Arap ile aralarında bir hengâme yaşanır ve kahramanımız onu öldürür. Daha sonra tevkif edilen Mersault kendine bir avukat bile tutmamıştır. Mahkeme tarafından ona tutulan avukat Mersault’ a özel hayatı ile ilgili birçok soru sorar. Annesinin cenazesi ile ilgili...

Mahkemede işlediği  cinayetten çok  annesinin cenazesindeki tavırları  üzerinden sorgulanır ve ölüm cezası alır.  

 

 Eserde, işlediği bir suçtan çok, gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için dışlanan bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma anlatılır. Bir türlü ele geçirilemeyen “anlamın sürekli aranışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu, topluma yabancı duran kahramanın çevresiyle ve toplumla arasındaki çatışmayı anlatan roman, büyüleyici gücünü arka plandaki derin ve suskun acıdan alır. Camus, genç kahramanı Meursault’nun dış dünyayla arasına koyduğu mesafeyi, kendine ve topluma yabancılaşmasını, annesinin ölümü dahil her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını büyük bir ustalıkla dile getirilir. Avrupalının içine düştüğü bireysel anlam ve varoluş sorunu Meursault'un hayatla arasındaki kopuk bağ ile tasvir edilir. 

 

Eserde bir diğer  dikkat çekici  nokta kimlik arayışı ve kimlik sorunudur yazar özellikle ölen  kişiyi "Arap "diye nitelendiriyor bu nokta aslında günümüzse  dahi  önemini  koruyan ötekileştirme sorunudur.

 Bu  durum ötekinin temsilidir ölse de öldürülse  de bir adı  yok. Öldüren Avrupalı  ölen  Arap...

 

Öte yandan Murseult ve toplum burada da bir kimlik sorunu var.

Toplum kuralları ve soyutlanmış  birey sorunu.

Bireyin bu şekil yaşantısının  toplum tarafından yargılanıp   mahkûm edilmesi.  

Muerselin de nihilist davranışları...

Burada aklımıza  gelen soru kim doğru kim yanlış?

Oldukça ilginç olan bir mahkeme sürecinde,

Bir yerde Muersault'ı onun dışında  sorguladılar  bir taraf savunma yaptı  bir taraf durmadan suçladı.

Sonuçta  kim kazandı  kim kaybetti peki? 

Neden özgür  birey ve özgür toplum formülü  ortaya çıkarılmadı?

Buda 20. Yüzyılın bazı  düşünce akımları  ve toplum  birey analizleriyle ilgili.

Bu temelde düşünürlerin  bu yüzyıla bakış  açılarına  kısaca  yer verelim. 

20. yüzyıl moderniz minin beraberinde oluşan bu saçma felsefesi, yabancılaşma olgusunu beraberinde getirerek insanları bu ortak kaderle yüzleştirmiştir. Yabancılaşma kavramı, sosyal bilimlerde kökleri ve etki alanı 

Boyutuyla derin ve bir o kadar da muğlâk bir kavramdır. Batı sosyolojisi bu kavramı, psikopatolojik seviyeye indirgeyerek etkisizlik, ilgisizlik, yalıtılmışlık, kararsızlık kavramlarıyla eşdeğer tutar. Hatta İspanyolca “alienado”, 

Fransızca “aliene” kelimeleri ruh hastası anlamına, İngilizce “alienist” kelimesi de ruh hastalarına bakan doktor anlamına gelmektedir. Çünkü yabancı kelimesi Latince “alienare” fiilinden türetilmiştir.

Yabancılaşma, modernleşen  dünyanın en temel problemlerinden biridir. Modernite, modernin yanında “Yabancıyı da getirmiştir. İnsanların çoğu, iç ve dış sosyolojik etkenlerden dolayı hayata adapte olmakta zorlanır.

 

 Modern dünyanın zorluğu karşısında yalnız kalan birey, bir vurdumduymazlık süreci 

İçerisindedir. Roman kahramanı Meursault, işlediği cinayet karşısında idam edileceğini bilmesine rağmen vurdumduymaz  davranıyor.  Meursault, geleceğini etkileyebilecek olan sorgulamada tembel ve alakasız davranır. 

“Benimde herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.” 

İster ideolojik, ister felsefî olsun bütün yaklaşımlar yabancılaşma kavramının tahlilini kendilerine göre yapmaktadırlar. Psikanalisttik perspektifte Renk, yabancılaşmayı ayrılık kaygısı; Erikson, temel güvensizlik olarak görür.

 

Hegel, yabancılaşmayı fizyolojik boyutta insanın varoluşu ile ruhî anlamdaki varlığı arasında arar.

 Marx ise, yabancılaşmanın kapitalizmin bir ürünü olduğu fikrini öne sürerek toplumsal gelişimin yabancılaşmayı beraberinde getirdiği fikrindedir.

Fromm, egoizme sürüklenen bireyin sosyalliğini kaybederek yabancılaşacağını 

belirtir.

 Feurbach ise yabancılaşmayı dinde arar....

Modern insanın en temel yaşam deneyimi ve korkusu olarak tanımlanabilecek olan yabancılaşma olgusu; 

Goethe’den, Schnitzler’e, Wordsworth, Keats’e, Dickens ve Zola’ya kadar birçok farklı yazar tarafından ele alınır. 

Yabancılaşma kavramının edebiyat dünyasına ve edebî esere, “bireysel özgürlüğün yitirilmesi ve varoluş korkusunun gittikçe artmasıyla bağlantılı” bir deneyim biçiminde yansıtıldığı gözlenir. Özellikle Kafka, Camus, yapıtlarında “ben” ve dünya arasındaki yabancılaşma o kadar aşırıya varmıştır ki, her gerçek kuşkulu ve gerçek dışı bir hal almıştır.

 

Orta sınıf bir Fransız'ın bir Cezayirliyi Sokak ortasında infazı ve ne bu infazı ne de bundan sonraki süreci umursamayışının hikâyesini okuyacağız.  Hayat yaşamaya değmez. Yabancıyı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir.

 

Oysa bir yanıyla romantizm edilen bu: dünya saçmalıktır hikayesi bir Cezayirlinin kafasında patlayan bir mermiye dönüşmüştür. 1942 yılında yayımlanan bu eserden 3 yıl sonra yani İkinci Dünya Savaşı bitmeden kısa zaman önce bağımsızlık vaadiyle Fransa saflarında savaşan Cezayirlilerin başlattığı gösterilerde binlerce Cezayirli Fransız askerleri tarafından öldürüldü. Tarihe "8 Mayıs 1945 Setif ve Guelma" katliamı olarak geçen olaylardan Cezayir'in bağımsızlığını kazandığı 1962'ye kadar şiddet olayları sistematik şekilde devam etti. Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda 1 milyon kişi Fransızlar yüzünden hayatını kaybetti. Albert Camus

 

Doğumu 7 Kasım 1913

Mondovi, Cezayir Ölümü 4 Ocak 1960 (46 yaşında)

Villeblevin, Fransa

Çağı20. Yüzyıl felsefesi 

Bölgesi Batı felsefesi Okulu Varoluşçuluk, Absürdizm

Etkilendikleri

Søren Kierkegaard, Dostoyevski, Franz Kafka, Herman Melville, Jean-Paul Sartre

Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur.

Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.

 

Hayatı Çocukluğu ve gençliği

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.

1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'te "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. II. Dünya Savaşı'nın henüz "Tuhaf Savaş" olarak adlandırılan ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terk edip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Deniz Boyraci

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ZAMANIN RUHU…

Der letzte Tag eines zum Tode Verurteilten

FİKİRLERE KURŞUN İŞLEMEZ