Deniz Boyraci: Orwell’in kült kitabı 1984
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Orwell’in geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosu, felakete işaret eden öngörüsüdür. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makinelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda vizyoner bir hayal gücüyle anlatılıyor…
Günlük yaşamda sıkça yaşanan stres ve sosyo-politik gelişmelerin yarattığı etki, kültür ve sanattan koparak monoton ve hızlı bir yaşam sürmemize neden oluyor şüphesiz.
Bu bağlamda kitap okumanın özelde birey, genelde toplum üzerinde bilimsel olarak kanıtlanmış olumlu faydalarından bahsetmeyeceğim. Maksadmız burada her hafta sizlerle birlikte buluşup dünya literatüründe ya da coğrafyamızda yer almış kitapları tanıtmak ve naçizane bir yorum katmak.
İlk kitabımız Can Yayınları’ndan George Orwell’in (1903-1950) ya da asıl ismiyle, Eric Arthur Blair’in, 1984 (Nineteen Eighty-Four) isimli 352 sayfalık distopya türü romanı.
Orwell, Aldous Huxley`in öğrencisi ve aynı zamanda İngiliz edebiyatının önde gelen isimlerinden biri.
Sunuş kitabımızın ana teması, Orwell eserlerinde oldukça sık rastlanan sosyal adaletsizlik vurgusu ve iyi yaşam ütopyasının totaliter bir gözetim mekanizması olan “Big Brother” karakteriyle diktatörlüğe dönüşümüdür.
Vizyoner yazar emperyalizme karşı duruşun özgün bir ifadeye kavuşturulduğu eserinde, totalitarizme doğru giden yolda bir toplumun nasıl sürüleştirilip siyaset kurumlarındaki bireysel kaçış yollarının nasıl kapatıldığını, parti içi yasak aşk yaşayan Winston ve Julia adlı kahramanların gerçeklik arayışında kurguluyor.
Hikayede partinin ‘metafizik sırrı‘ yani asıl amacının insanlar üzerinde mutlak hakimiyet kurmak olduğu gerçeğini ortaya çıkaranlar ihbar yöntemiyle güçlenen “düşünce polisi” tarafindan ifşa edilir ve işkence yoluyla hafızaları ortadan kaldırılır.
Tüm bunlar yapılırken kurumların hepsi tek elden yönetilip yönlendirilir. Bu arada toplum hiçbir şey olmamış gibi kayıtsız bir şekilde olup bitenleri izler. Parti yaşamın her alanını tüm kurumlarıyla- dil, ekonomi, sanat- tek elden kontrol eden bir güç haline gelmiştir.
Bunları sağlamanın formülü ise yaratılan suni düşman ve yeraltı hareketinin lideri Emmanuel Goldstein’dir. Düşmana dair tüm bilgiler dahi tek elden dağıtılır ve bu metodla geçmiş silinip sahte bir realite yaratılır.
Gerçekler, oluşturulan sistem polisi ve sözde ‘Hakikat‘ bakanlıklari sayesinde kolaylıkla ters yüz edilir. Parti aynı zamanda dili fazlalıklardan “temizler”; halkın düşüncesini, “Savaş barıştır”, “Özgürlük köleliktir”, “Cehalet güçtür” gibi sloganlarla etkisi altına alır. Burada dile müdahalenin düşünceye müdahale kapsamında ele alınışı da tartışılmaz bir özelliktir.
İtaat eden sorgulamayan, tüm dünyaya kapalı olan oturma odalarında sürekli tele-ekranla izlenen partililere ve sisteme tüm bilgi akışı sadece “biraderden” gelir. Tarih, parti kararlarına göre sürekli değiştirilir.
Kitabın son bölümünde Büyük Birader’in partiyi ayakta tutma yöntem ve çabaları ile bireylerin kişisel, psikolojik korkularından yola çıkarak kendilerine uygulanan işkenceler ve sonuçları yer alır.
“İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?” Winston biraz düşünüp, “Acı çektirerek” dedi. (s.302)
Diktatoryal devlet, başında Büyük Birader’in bulunduğu bir “iç” elit kesim tarafından baskı ve zor ile yönetilir. Winston ve Julia gibi parti muhafızlarından olusan “dış” kesim ve diğer geniş insan kitlesi günlük propaganda ile ağır işlerde çalıştırılarak sömürüye maruz kalır.
Winston’un totaliter sistemi kabul etmemesi ve gizlice görüştüğü Julia ile birlikte yer altı hareketinden ‘güvendiği‘ biriyle buluşması üzerine baskılar artar ve çıplak gerçeklik gözler önüne serilir.
1948 yılında kaleme alınan bu kitabı ilgi çekici kılan özelliklerinden birisi de günümüzdeki diktatörlere büyüteç tutmamızı sağlamasıdır, kanımca. Dünyanın neresinde olursa olsun diktatoryaya giden süreçler hemen hemen aynı yoldan geçer.
Totalitarizmi mümkün kılan temel faktörlerden birinin kitapta net bir şekilde ortaya konan “Gözetim toplumu” olduğu hakikati de modern dünyada giderek daha fazla bilince çıkmaktadır.
“Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir ” (s. 78)
Jack London hayranı olan yazar güçlü dilini yaşadığı güçlü gerçeklikten alıyor. İspanya İç Savaşı sırasında Marksist İşçi Birlik Partisi milislerinin (POUM) yanında yer alan Orwell, Hitler ve Mussolini’nin desteğini alan Franco’ya karşı savaşa katılmış bir isim.
Sosyalist bir düzen için mücadele eden yazar, dünyada ve Avrupa’da gerçekleşen düşünce savaşlarını da yakından inceleme fırsatını buluyor. Kapitalizm ve reel sosyalizm arasındaki kutuplaşmaların hepsini yaşayan yazar, ideolojik bir karmaşanın yaşandığı yılların etkisiyle çatıştığı kaos ortamında politik incelemeyi başarıyla yapıp korkusuzca eserlerine yansıtıyor.
Orwell, başarılı kurgusu sayesinde her zaman aktüel bir romanı edebiyat dünyasına kazandırmış olmakla kalmıyor. Aynı zamanda zengin bir dilin bile faşizmin düşmanı olabildiğini bize hatırlatıyor.
Öte yanda kitap kapitalizme alternatif olan sistemlerin sorun yaşayınca tekrar kapitalizme teslimiyetini, yani kapitalist olmayanlarin bile bu sisteme hizmet eder duruma düştüğünü ortaya çıkarıp çözüme yönlendiriyor.
Sovyet Rusyasına bakıp almamız gereken dersler olduğuna kimsenin itirazı olmaz sanırım. Yazarın akıcı diliyle birlikte herhangi bir metafor kullanmadan ustalıkla Büyük Birader’in Stalin olduğuna işaret etmesi de ayrıca kayda değer.
Sonuç olarak;
Eseri ikinci kez okumama sebep olan iki büyük neden vardı:
Birincisi sosyalizm, komünizm ve faşizm arasındaki ÇİZGİNİN nelere yol açabileceğini göstermesi ve bu konunun bugün halen tüm dünyanın uğraştığı bir sorun olma özelliğini koruyor olması.
İster sol isterse sağ olsun; bir düşüncenin İKTİDAR OLMAYA çalışırken yarattığı Leviathan toplumu yutar hale gelir. Güç kazandıkça bu gücü elden bırakmama ve bu gücü korumak adına yapılmayacak çirkeflik kalmaz.
Dünya bunun örnekleri ile doludur. Hikaye, iktidarların bireyleri sosyolojik-psikolojik-ekonomik olarak ne kadar etkiledikleri ve yönlendirdiklerine dair fikir veriyor.
1984 üzerinden Foucault, Hegel, Kant ve bütün bir düşünce tarihini tartışma imkanının sunulması benim açımdan önemlidir.
Kitap bize düşünceye ket vurulamayacağını kesin bir dil ile bir daha öğretiyor. Yönetim ve iktidarın iki ayrı şey olduğunu, iktidar zehirlenmesinin insanları nasıl canavarlaştırıp birbirine kırdırdığını, toplumu nasıl bozduğunu sergiliyor.
Kısaca 1984 ;
Bir özgürlük ve iyi yaşam ütopyasının iktidarlaşan düşünce sonucunda nasıl bir distopyaya dönüştügünü, hayatın her alanında getirilen kısıtlamalarla sistemi koruma adına ispiyonlaştırılan bir toplumda, başından sonuna kadar hakim olan ana duygu KORKU’yu seçilmiş kelimeler ile betimleyen çarpıcı bir eser.
Bugün de ülkemizde toplum din, kültür, sanat, edebiyat, teknoloji ve sanayi alanında tek elden sağlanan bilgi akışıyla basın ve polis gücünü arkasına alarak koltuklarından vazgeçmeyen iktidar tarafindan baskı görüyor.
Yaratılan sahte düşman(lar) ve dış güçler olgusuyla ertelenen demokrasi söylemleri ile toplum kontrol altında tutuluyor. ‘Düşman var şimdilik ses çıkarmayalım‘ denip dile, aşka, edebiyata, medyaya yasaklar konuluyor.
Geçmiş silinip sahte geleceğin yazıldığı bir durumda insanlik, iktidar leviyatanın -ister sosyalist, ister faşist, ister sağ, ister sol düşüncede olsun- saldırısıyla baş başa kalıyor. Sonuçta geriye kalan silinen bir toplum hafızasının yerine konan sahte mutluluk senaryosudur.
Ne kapitalist sistem ne de reel sosyalizm insanlığı teklikten kurtaramamış. İktidar hevesi toplum kıran olmuş. Nihayetinde bunların ikisine eleştirel bakıp DAHA İYİ BIR SOSYALİZM yaratmayı hedefleyen ideoloji ile çağın sorunları çözülebilir.
Tez -Antitez metoduyla Sentez oluşturularak yaratılacak özgür toplum hedefi kaçınılmazdır. “Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramazlar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemzeler” (s. 95)
Yorumlar
Yorum Gönder